Video Metni:
A- Evet, anlattıkların çok mantıklı. Bu anlattıklarını şimdiye kadar hiç düşünmemiştim. Kimseden de duymamıştım. Kendimi çok şey bilen birisi zannediyordum, ama bildiğim hiçbir şey yokmuş!
B- Zararın neresinden dönersen kârdır. Yine Allah’a şükret ki, bu hâl üzere ölmedin. Allah sana bu konuda hidayet etti. Şimdi mezhepler arasındaki ihtilafın sebeplerine geçelim. Bir mesele hakkındaki görüşlerin farklı olmasının bir dizi sebebi vardır. Bizler bu sebeplerden sadece ayetlerin ve hadislerin farklı anlamlara gelebilmesini inceleyeceğiz. Birinci örneği Kevser suresinden vermek istiyorum:
Kevser suresinde şöyle buyrulmuş: “Muhakkak ki biz sana Kevser’i verdik. Öyleyse Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.” (Kevser 1-2)
Kurban kesmenin hükmü İmam-ı Âzam’a göre vacip; İmam Şafi, İmam Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise sünnettir. Bu ihtilaf fıkıh ilmini bilmeyenleri şaşırtmakta ve “Bir şey bir mezhepte vacip olurken, diğer bir mezhepte nasıl sünnet olabilir?” dedirtmektedir. Hâlbuki şimdi göreceğimiz gibi bu mümkündür ve ayetin farklı manalara gelebilme ihtimalinin zaruri bir neticesidir. Şöyle ki:
İmam-ı Âzam hazretleri, Kevser suresinin bu iki ayetini şöyle izah etmiştir: Surenin 1. ayeti olan, “Muhakkak biz sana Kevser’i verdik.” ifadesindeki muhatap Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Buradaki Kevser Efendimize verilen bir ihsandır. 2. ayet olan, “Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.” emrine muhatap ise Peygamber Efendimiz olmayıp ümmet-i Muhammed’dir. Buradaki namaz ümmete emredilen beş vakit namazdır. Kurban kesme emri de bu ümmetin bizzat kendisine yapılmıştır. Dolayısıyla kurban kesmek vaciptir.
İmam Şafi ve İmameyn ise ayetleri şöyle tefsir eder ve derler ki: Surenin her iki ayetinde de muhatap Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. 1. ayet olan, “Muhakkak ki biz sana Kevser’i verdik.” ifadesiyle Efendimize verilen bir ihsan beyan edilmiştir. 2. ayetteki, “Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes.” emri de Peygamberimizedir. Buradaki namaz beş vakit namaz olmayıp gece namazıdır. Zira gece namazı Peygamberimize farz idi. Ayetteki, “Kurban kes.” emri de bizzat Peygamberimize yapılmış, kurban kesmek sadece Efendimize farz edilmiştir. Ümmete ise peygamberimize tabi olması cihetiyle sünnettir.
Görüldüğü gibi, surenin 2. ayetinin muhatabının hem ümmet-i Muhammed hem de bizzat Efendimizin kendisinin olması muhtemeldir. Ayet iki şekilde de izah edilebilir. Siyak ve sibak -yani ayetin gelişi ve gidişi- buna müsaittir. Eğer 2. ayetteki muhatap ümmet-i Muhammed ise ayetteki namaz ile beş vakit namaz kastedilmekte, kurban da bize emredilmektedir. Bu itibarla kurban kesmenin vacip olması gerekir. Ama İmam Şafi ve İmameyn’in görüşü de mümkün olup 2. ayetteki muhatap yine Efendimiz (s.a.v.) olabilir. Bu hâlde namaz Efendimize farz olan gece namazı olup kurban kesme emri de ümmete değil, bizzat Peygamberimizin kendisine yapılmıştır. Bu ihtimale binaen kurban kesmek bize vacip değil, sünnettir.
Hem görüldüğü gibi, ihtilaf kurban kesmenin bir ibadet olup olmadığı konusunda değil, bu ibadetin hükmü hakkındadır. Zira ayetin açık ifadesiyle kurban kesmek bir ibadettir. Bunda ihtilaf yoktur. İhtilaf sadece hükmünün ne olduğundadır ve bunun sebebi de ayetin her iki manayı da kendinde cemetmesidir. Ayrıca her bir mezhep imamı görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
O hâlde kurbanın bir mezhebe göre vacip, diğer mezhebe göre sünnet olduğunu anlayamamak ve sadece tek bir hükmün olmasını istemek İlahî kelamın mahiyetinden habersiz olmanın bir neticesidir. Ezelî kelam insan kelamı gibi değildir ki, sadece tek bir manaya işaret etsin.
A- Evet, çok ilginç. Bu yaşıma geldim, böyle bir ders dinlemedim. Keşke anlattıklarını daha önce öğrenmiş olsaydım. Geçen vaktime yanıyorum. Bu ilim ne kadar zevkliymiş!
B- Zevklidir, ama kendimiz mana vermeye çalışmayıp ehlinden dinlersek zevklidir. Ehli de hakiki âlimlerdir. Şimdi Kur’an ayetlerinin farklı manaları cemetmesine dair 2. örneğe geçelim:
Âli İmran suresi 97. ayette şöyle buyrulmuş: “Oraya (Kâbe’ye) giren emin olur.”
İmam-ı Âzam Hazretlerine göre, şer’an öldürülmesi gereken bir kimse Harem-i Şerif’e sığınsa kendisine dokunulmaz ve orada ceza uygulanmaz. Sadece ona yiyecek ve içecek verilmeyerek oradan çıkmaya mecbur edilir ve çıkınca kısas yapılır.
İmam Şafi Hazretlerine göre ise Kâbe’ye sığınan oradan çıkmazsa çıkması için beklenmez, orada kısas edilir.
Yine fıkıh ilmini ve ezelî kelamın mahiyetini bilmeyenleri şaşırtacak bir durum!
Aynı meselede iki farklı hüküm! Hâlbuki kişi İlahî kelamın mahiyetini bilseydi bu farklı hükümlerin son derece normal ve ezelî kelamın bir hususiyeti olduğunu anlayacaktı. Şimdi ihtilafın sebebini öğrenelim:
Ayet-i kerimede, “Kâbe’ye giren emin olur.” buyrulmuş. Buradaki “emniyet” İmam-ı Âzam’a göre, dünyevi emniyettir ve Kâbe’ye girenin her türlü dünyevi tehlikeden emin olması gerekmektedir. İmam-ı Âzam Hazretlerine göre, can emniyeti de bunlardan biridir. O hâlde kendisine kısas yapılması gereken bir kişi Kâbe’ye sığınsa ona dokunulmaz. Çünkü Allah-u Teâlâ kitabında Kâbe’ye girenin tehlikeden emin olması gerektiğini buyurmuştur.
İmam Şafi ise ayetteki “emniyeti” ahiret azabından emin olmakla tefsir etmiştir. Yani İmam Şafi’ye göre, Kâbe’ye giren dünyevi tehlikelerden değil, uhrevi tehlikelerden emin olur. Yaptığı tavaf, say ve diğer ibadetlerle kendisini Allah’a affettirir ve cehennem azabından kurtulur. Dolayısıyla İmam Şafi’ye göre, ayetin hükmü dünyaya değil, ahirete bakmaktadır. Netice olarak da kısas gereken bir kişi Kâbe’ye sığınsa çıkması emredilir, eğer çıkmazsa orada hükmü icra edilir.
Görüldüğü gibi, ayetteki “emniyetin” farklı manalara gelebilme ihtimali hükmün farklılığına sebep olmuştur. Eğer ayetteki “emniyet” dünyevi emniyet ise orada kısas yapılamaz. İmam-ı Âzam bu ihtimali tercih etmiştir. Yok, eğer ayetteki emniyet ahiretteki azaptan emin olmaksa orada kısas yapılabilir. İmam Şafi de bu ihtimali tercih etmiştir. Ayrıca her bir mezhep imamı görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Bizler bu başlıkta sadece Ku’ran’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Demek “Kâbe’ye sığınan bir kimseye kısas yapılıp yapılamayacağı” konusunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek ayetin bu iki vechini bilmemekten ve Allah’ın kelamını beşer kelamı gibi tek manaya gelen bir kelam zannetmekten dolayıdır.
“Eğer bu hükümlerden hangisi doğrudur?” dersen bu sorunun cevabını daha önce vermiştik. Burada şu kadar diyelim ki, Cenab-ı Hakk her iki hükümden de razıdır.
A- Sen anlattıkça heyecanlanıyorum. Ben izahını yaptığın ayeti kaç defa okumuştum, ama anlattıklarının hiçbiri aklıma gelmemişti. Ayetin altında ne kadar geniş manalar varmış. Başka bir örnek daha verir misin? Seni dinlerken bal yiyor gibi lezzet alıyorum.
B- Allah şevkini ve zevkini bozmasın. Madem öğrenmekten bu kadar zevk alıyorsun sana bir örnek daha vereyim. Nisa suresinin 11. ayetinde şöyle buyrulmuş: “ …bu paylar, ölenin borçları ödenip vasiyeti de yerine getirildikten sonra hak sahiplerine verilir.”
Cenab-ı Hakk Nisa suresi 11. ve 12. ayetlerde miras taksiminin nasıl yapılacağını beyan buyurmuş ve taksimden önce borçların ödenmesi gerektiğini bildirmiştir. Bu ayete göre, miras taksim edilmeden önce vefat edenin borçları ödenir ve eğer varsa malının üçte birlik kısmından yaptığı vasiyeti yerine getirilir. Daha sonrada Allah’ın belirttiği şekilde kalan mal mirasçılara taksim edilir.
İmam-ı Âzam Hazretleri ayette geçen “deyn (borç)” kelimesini “kullara ait borçlar” olarak tefsir etmiştir. İmam-ı Âzam Hazretlerine göre, ölen bir kimsenin kullara ait borçları vasiyeti olmasa da mirastan çıkarılır ve alacaklılara ödenir. Ancak Allah’ın hakkı olan zekât ve hac gibi borçlar vasiyeti olmazsa mirastan çıkarılmaz. Buna göre ölü Allah’a ait hakların mirastan ödenmesini vasiyet etmez ve mirasçılar da kendi rızaları ile bu borçları ödemek istemezlerse Allah’a ait borçlar miras malından çıkarılmaz ve bu borçlar ödenmez.
İmam Şafi Hazretleri ise ayette geçen “deyn (borç)” kelimesini “hem kullara ait hem de Allah’a ait borçlar” olarak tefsir etmiştir. İmam Şafi Hazretlerine göre, ölenin vasiyeti olmasa da ödemediği zekât ve eda etmediği hac gibi Allah’a ait borçları mirastan çıkarılır. Bu hususta mirasçıların izin verip vermemesine bakılmaz.
İşte ayet-i kerimedeki “deyn” kelimesinin mutlak bırakılması ve her iki manaya da gelebilme ihtimali hükmün ihtilafına sebep olmuştur. Eğer ayette “kullara ait borçlar ödendikten sonra” ya da “hem Allaha hem de kullara ait olan borçlar ödendikten sonra” denilseydi ayet açık olduğu için ihtilaf olmazdı. Demek ihtilafın sebebi, ayetin mutlak bırakılması ve her iki manayı da içinde cemetmesidir. Ayrıca her bir mezhep imamı görüşlerine hadislerden de deliller getirmiştir. Ancak bizler bu başlıkta sadece Kur’an’ı anlamadaki ihtilafı işlediğimizden meselenin hadis bölümüne geçmiyoruz.
Netice olarak deriz ki, Kelam-ı Ezelînin mahiyeti anlaşıldıkça ihtilafın zaruri bir netice olduğu daha iyi kavranacaktır. Zira “vasiyet edilmediği takdirde miras malından Allah’a ait borçların çıkarılıp çıkarılmaması” hususunda sadece tek bir hükmün olmasını istemek ayetteki “deyn” kelimesinin bu iki manayı da içinde cemettiğini bilmemekten ileri gelmektedir.
“Neden bir mezhebe bağlanmak zorundayız” isimli kitabı indirmek için tıklayınız (pdf)
bu vıdeoları ındere bılıyormuyz veya nasıl temın edebılırz
Videonun altında İndir ve paylaş yazan kısımdan değişik kalitelerde indirebilirsiniz